Atakan Yavuz.
“Şiir: Tamamıyla faydasız, demode.
Şair: Ahmakla, hayalperestle eş anlamlı.”
Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü
Yerleşik düşünce, düşünceden çok kanıları, yani düşünmeden varılmış, herkes öyle inandığı için peşinen benimsenmiş hükümleri içerir. İnsan emek vermediği, çilesini çekmediği düşüncenin temsilcisi değil fanatiği olur. Ne kadar yalnız ve çaresizdir ki kendine bir onay alanı açabilmek için bu ‘yerleşik düşünce açık büfesinden’ günün modasına uygun bir çeşniyle doldurur tabağını ve bunlar çoğu zaman tutarsız ve çalakalem hazırlanmış hükümlerdir. İşte kamuoyu (umumî efkâr) dediğimiz, önünde hiçbir gücün duramayacağı o devasa cihazın şiir üzerine uzun süredir hemfikir olduğu zemin şudur: “Şiir tamamıyla faydasızdır.” Faydasız bir işle iştigal edenler de ancak ahmaklardır.
Öyleyse “faydasız” bir iş hakkında “ahmakça” bir şeyler söylemenin faydası nedir? Retorik soruların en kolay tarafı cevabının da içinde saklı olması ve dolayısıyla muhatabını zihnen hiç yormaması olduğuna göre, cevap elbette “faydası yoktur” olacaktır. Oysa yerleşik düşünce, sıradanlığı içinde çaresiz insanın, şiirden uzak olanların hapishanesidir. Şiir faydasızdır onlara göre, tıpkı işe giderken kenara çekilip bir yavru kediyi okşamak, bir çiçeğe selam vermek hatta günleri sayılı yatalak bir akrabaya refakat etmek kadar faydasızdır şiir! İrrasyoneldir bunların hepsi, insana somut bir getirisi olmadığı gibi, vakit, enerji ve zaman kaybı gibi bedelleri vardır. Oysa modern insan fayda-maliyet merkezli mantığa göre hareket etmelidir; bu şekilde kurgulanmıştır. Kayıp-kazanç terazisi ile tartmadan adım bile atmamalıdır; bedel ödemek istemiyorsa tabii. Çıkarlarını düşünen modern insanın hayatında da şiire yer olması beklenemez. Oysa bilen bilir; şiir hayattan çıkınca bıraktığı boşluk, bir kitabın bıraktığı fiziki boşluğun çok ötesindedir.
Zweig’in anlattığı Gluck Kafe’deki yoksul Mendel de “faydasız” bir müşteriydi. Ama kafenin “para kazanmasını bilen” ikinci patronu eski mobilyalarla birlikte onu da getirisi az olduğu için kafeden uzaklaştırdığında anlaşıldı ki mekâna anlamını veren sembol değeri “hayatında paraya yer olmayan” Mendel’de saklıdır. Mendel’in faydası faydasızlığında gizliydi… Şiir de “faydasız” ve sayısal karşılığı olmayan sorumluluklar yükler insana. Normallik kurgusunu bozarak çıkmaza sürer insanın düşüncelerini. Şair işi yokuşa, çıkmaza sürer ki “her şeyi düzeltmek isteyenlerin berbat ettiği” dünyamızdaki sahte çıkışlar daha görünür olsun.
Şiir bir bilme biçiminden önce görme cesaretidir
Bugün dünyayı yöneten modern kurum, kuruluş ve düşünce sistemlerine baktığımızda kafası karışık insanın, her yere çekilemeyen insanın “persona nongrata, istenmeyen insan” sayıldığı aşikârdır. Şair ve okuru yani o mümtaz azınlık, faydasız olandaki muazzam insanî potansiyeli duymak için şiire başvurur. Kendisine ve benzerine dokunmasının şiirden başka yolu yoktur; merhametle, insanca dokunmasının. Böylelikle çıkarcı mantığın yönettiği sebep-sonuç çemberinin dışına çıkar. Dünyaya ait olmayana dokunur şiirle insan. Her şeye kısa yollar, pratik çözümler, akla yakın cevaplar bulan modern kültürün aslında ne kadar barbarca bir düzen olduğunu görebilmek için şiirin duldasına doğru birkaç adım uzaklaşmak yeterlidir; çıkara değil çıkmaza doğru birkaç adım. Antik Atina’dan bu yana makbul vatandaşların sadece şahsî çıkarını gözetenler olduklarını, bedenen, ruhen ya da maddî olarak buna uyum sağlamakta zorlananların ise kentin/ zihnin/ metnin dışına itildiğini görür böylece. Vasatın zulmünün böyle inşa edildiğini… Şiirin insana bahşettiği bir özgürlük alanı varsa o da yerleşik düşüncelerin tasallutunu bertaraf etmesi, muhatabını sebep-sonuç çemberinin dışına çıkararak ona özgürlüğün tadını duyurmasıdır. Bütün çemberlerin bir hapishane olduğunu hissettirerek yaşamın dışarıda, konfor ve iktidar alanlarının dışında olduğunu göstermesidir. Demek ki şiir bir bilme biçiminden önce görme cesaretidir.
Kültürel patronaj eser kalitesine yansır mı?
Şairin çıkarsızlığı deyince Firdevsî’nin kuruş hesaplarından, Shakespeare’in finansal dehasından bahsedebilir, patronun lütuf ve keremine el açan diğer şairlerin trajik hayatlarını hatırlatabilir ve tarih boyunca şiirin çıkarla yan yana yürüdüğünü söyleyebilirsiniz. Haklısınız. Şikâyetname ve tezkirelerde mebzul miktarda örnek bulunabilir mansıp ve caize avcılarına. “Bankerler birlikte yemek yediklerinde sanattan, sanatçılar birlikte yemek yediklerinde paradan konuşurlar,” diyor Wilde.
Bağdatlı Ruhî’nin küsüp bir kenara çekilmesi kendine bir patron bulamamasına yorulur. Fuzulî’nin “Ey dertli şair!” nidasındaki “dert” şiirin ilham perilerinden uzaklaşmanın azabı değil düpedüz padişahın has bağçesindeki perilerden ayrı düşmüş olmanın azabıdır. “Bana mansıp gerekmez!” diyen şair yok denecek kadar azdır. Bugün bize yoksul ve müdanasız bir portresi sunulan Van Gogh’un bir mektubunda “Yapıtımla para kazanmak kuşkusuz benim görevim,” dediği bilinir. Gelin biraz daha yakın örneklere bakalım: Mesela Yusuf Ziya Ortaç’ın yazdığı bir kitabın telif ücreti karşılığında Ankara’da bir daire satın aldığı söylenir. Yazdığı hangi kitabın? Kâğıt yokluğunda birinci sınıf baskı olduğunu hatırlıyorum ama adını hatırlamıyorum. Ismarlama bir kitap hatırlanmamak için yazılmıştır çünkü. Günümüzde de merkezî ve yerel idareler şairden anlaşılır, işe yarar şeyler söylemelerini bekliyorlar. İşe yarar şeyler söyleyenler “sadra şifa” bir şey söylemezler oysa, kültürel sefaleti göstermek dışında.
Çıkarsız bir alternatif tanrı olarak romantik şair imajı
Bugün “Şaire çıkar yakışmaz!” demek elbette ki artistçe bir nidadır. Muhtemelen Flaubert de sözlüğüne “Çıkar” maddesi ekleseydi buna benzer bir şeyler yazardı. Ama bizi hem Romantiklerin arkaik bir mirasyedisi konumuna hem de klişelerin tuzağına düşürür bu nida. Kilise, aristokrasi ve makine arasına sıkışmış romantik sanatçılar kurtuluşu, şairi “alter deus” yani öteki tanrı (auteur: yaratıcı) olarak sunmakta bulmuştu. Günümüzün pek çok sanatçısı da buradan yürüdüğü için belli bir karamsarlığa doğru yol aldıklarının, yalnızlaşarak içinde yaşadıkları topluma yabancılaştıklarının farkında değiller. Böylece romantik ideal olan “fildişi kule” özgürlük alanından çok bir tecrit evine dönüşüyor. Entelektüel için de gerçek halk kültürü ile manipülatif kitle kültürü arasındaki çizgiyi görmek giderek zorlaşıyor. Modern okuru ise dahi-sanatçı yani öteki tanrılar tarafından vazedilen alternatif bir din gibi sunulan romantik sanatın tüketicisi olarak Agamben’in deyişiyle “İçeriksiz Adam” olmanın kıyısına getiriyor. Böylece kültürlü seçkin bir topluluğa mensubiyet hissi uyandıran sanat, estetik değil psikolojik bir ihtiyaç haline geliyor. Kierkegaard’ın estetik aşama dediği bu süreç doğal olarak melankolik bir kötümserliğin kavşağına götürür sanatçıyı ve okuru.
Çıkarsızlığın icadı
Sanatçının çıkarsızlığı da tıpkı modern sanat gibi icat edilmiş bir kavramdır. Muhtemelen Yunus’un ya da Baki’nin böyle bir kavramdan haberleri yoktu. Onların başka kaygıları vardı ama. (“Ben değil, ama Homer şarkımın başarısını güvence altına alabilir. Şiir söylemekten murat, hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri daha yüksek güçlerin kendi seslerini duyabilmesidir.”[1]) Ben meseleye şair cephesinden baktığım zaman Kanunî varlığını Bakî’ye borçludur, demekten imtina etmem. Kanunî’nin çıkarı demek ki Bakî’den daha büyüktür bu alışverişte. Bakî daha müdanasız olan taraftır çünkü onun özgün hazinesine karşılık, diğerininki alelâdedir. Şair Nef’î de şair cephesinden meseleye baktığı için buna benzer tavsiyeler vermişti Sultan IV. Murat’a.
“Öteki tanrı” olma iddiasındaki romantik sanatçının yüce makamında çıkara yer olmadığı klişesi onların hayatlarına baktığımızda ters yüz olur. “Sanatçının çıkarı olmaz,” diyenler alkışı hak ediyorlar elbette ama inanmamızı değil. Bir mirasyedi ve bohemliğini karşı çıktığı sınıfın birikimine borçlu olan yine de çıkarsızlığı sanatında tecessüm ettiren Baudelaire’in, Flaubert’le birlikte güttüğü çıkarları görmek için Pierre Bourdieu’nun ‘Sanatın Kuralları’ kitabına bakmak yeterlidir. Légiond’honneur ödülü alma ve Akademi üyesi olma hayalleri vb…
Modern şairin çıkarı çıkmazı göstermektir
Sanatçının çıkarı vardır ve bu çıkarın nerede olmadığını bilme konusunda bilinçli bir dikkati elden bırakmayanlar bugün modern okurun saygısını kazanmaya devam etmektedirler. Mesela tüm kusurlarına rağmen Baudelaire, mensubu olduğu sınıfın iktidarı üzerinden nüfuz/ itibar devşirmeyi reddettiği için hak eder bu saygıyı. Gazetelerin sunduğu düzmece saygınlığa teslim olmadığı için. Firdevsî kendi değerini padişahın değil şiirin tartısında ölçme cesaretini gösterdiği için. Hak etmediği maaşı iade ederek kazanır bu saygıyı Tevfik Fikret; sadece vicdanını değil şiirini da pir ü pak kılarak. Yunus insanı yücelttiği için değil, kendi dilinde yücelttiği için vs.
Mesele “surat asma hakkından” vazgeçmemektir. Bunun için her türlü iktidara eleştirel mesafe bırakmaktır çıkarsızlık. Bugün bu hakkından vazgeçtiği için vasata teslim olan pek çok eser tedavüle sürülmektedir. Düzmece bir saygınlıktan el etek çekmek, her türden ayartmaya omuz silkmek, eleştiri mesafesini hep korumaktır asıl olan. Bu eleştirel mesafe de nesneleri olduğu gibi görme ayrıcalığı için elzemdir. Yazdıklarıyla propaganda cihazlarına mühimmat taşımamak, metne piyasa, iktidar ya da çıkar gölgesi düşürmemektir mesele. Refik Halid Karay’ın o güzel Türkçesi ile söyleyecek olursak, “alın terine Terkos suyu karıştırmamaktır” önemli olan.
[1] Sloterdijk, Peter. (2010) Rage and Time, Columbia University Press, s. 2