Bir Haritacı Olarak Şair Portresi

Görsel şiir: “Tebaa” (Berk Palus – Buzdokuz 21)
Atakan Yavuz

 (Bir Çirkin Olarak Şair Portresi)

İyi, Kötü, Çirkin filminin Çirkin’i Tuco terk edilmiş bir evde küvetin içinde yıkanırken intikam için peşine düşen bir düşmanı tarafından savunmasız halde yakalanır. Adam silahını Tuco’ya doğrultur ve aylardır peşinde olduğuna, artık beklediği intikam vaktinin geldiğine dair uzun ve etkili bir nutuk çekmeye başlar. Bir süre sonra Tuco’nun –suyun içinde zannettiğimiz- eli köpükler arasından çıkar ve ateş etmeye başlar. Bu arada şu sözlerini duyarız Tuco’nun “Ateş etmen gerektiğinde ateş et; konuşma!” Ben “Çirkin’in” bu sözlerini uzman, entelektüel, fikir adamı, akademisyen gibi meslekler karşısında şaire yakıştırıyorum. Tuco’nun karşısındaki adamın uzun, dipnotlu, referanslı konuşması yerine şair, Tuco gibi konuşulması gerektiğinde konuşan, eyleme geçilmesi gerektiğinde ise eyleme geçen kişidir. Dünya uzun süredir, özellikle Sartre kuşağından sonra teknokrat tarzında dipnotlu ve referanslı olarak karnından konuşan, son zamanlarda adı “kamu entelektüeline” çıkanların etkisi altına girmişe benziyor. Bir uzmanlar kitlesi karşısında şairin açıkları, çelişkileri, bilgi eksiklikleri ortaya çıkmış gibi duruyor; şair de diğer sıradan insanlar gibi bu donanımlı, -çoğu yurt dışında- iyi eğitim almış teknokrat entelektüeller karşısında köşeye sıkışmış, tıpkı Tuco gibi terk edilmiş bir evde (dil midir bu ev?) savunmasız bir halde yakalanmış izlenimi veriyor.

İlgilendikleri alan dışındaki her bilgi türüne kör olan (uzmanlık da bu değil midir zaten?) bu yeni teknokrat-entelektüeller amatörlüğe, pratisyenliğe, sıradanlığa hatta çirkinliğe talip olan şairin hayat karşısındaki pozisyonunu anlamaktan uzaklar elbet. Hatta geldikleri kibirli zirvelerin onlara şiirin bilgisinden mahrum oldukları oranda açıldığı da bir gerçektir. “Dünya görüşü ve stiliyle, naftalin kokan bir takım elbise gibi, zamanın zavallı üniversitelerinden yayılan o bayıltıcı kokusuyla” moda ve muktedir söylemin üstünlüğünü açığa vuran bu eğilim karşısında Gombrowicz’in takındığı tavır şöyle idi: “Onların ‘edebiyatçıya’, o par excellence aldatıcıya karşı takındıkları köylü güvensizliklerini tahrik ederim ve zaman zaman tavırlarımla, hatta kuşkulu ve bazen komik sözcüklerimle onları kızdırırım.” Şair bu garantili referansların mülkiyetini elinde tutan teknokrat-entelektüel karşısında belirsiz, öngörülemeyen, kontrol edilemeyen bir yerde Tuco gibi oturup, her an bir aptallık yapacakmış gibi beklemektedir. Muhatabının uzun ve etkili tiradı karşısında son sözü, sadece konuşulması gerektiği zaman konuşan, diskuru ihlal eden Çirkin söyleyecektir. Çirkin hiçbir zaman karnından konuşmaz.

Modern şiirin Endüstri Devriminden itibaren neden güzelliğe, spot ışıklarına, geniş caddelere, salonlara değil de Kötülük Çiçekleriyle, Vahşet Tiyatrosuyla birlikte yer altına, çirkinliğe, çirkinin estetiğine talip olduğunu anlamak aslında güç değil. Yeryüzü yakılıp yıkılırken plazalardan televizyonlara, büyük sermayenin gösteri alanına dönüşmüş müze ve galerilere kadar tekno-uzmanların saygı gördüğü her yerde insanın giderek güvencesizleştirmesine, yalnızlaştırılmasına; iktidar, politik doğruculuk ve pratik akıl karşısında her gün onurunun örselenmesine bakmak yeterli. Yaygın olan terimle erteleme kültürünün karşısında şair ertelenemeyecek olanın kaydını tutuyor. Ertelenemeyecek olan nedir? Entelektüel kavramların içinde soğutulmadan, ehlileştirilmeden sadece şiir olarak ağızdan çıkabilecek, anlamından önce duyulması gereken sözdür: “Anlamını kavramadan dinlemen gereken/ Sözler saçan bu dallar senin olsun.” Bonnefoy bir sonraki dizede bu sözlerin kaybolma pahasına adlandırılabileceğini de ekliyor.

Peki, dil artık rasyonel kurgulara dayanarak görünür olmak adına bu adlandırmayı yapmaktan vazgeçtiğinde ne olur? Nesne ile onu işaret eden kavram arasındaki bağ koptuğunda, dil artık gerçekliği gösteren temsil özelliğini kaybettiğinde, dirimden ziyade ölü kavramları işaret etmeye başladığında ne olur? Bunun elbet şairin çirkinin estetiğine, anlaşılamaz, pazarlanamaz ve kontrol edilemez olana talip olmasıyla bir ilgisi var. Belki böyle durumlarda her çağda kılık değiştiren şairin bir de haritacı olarak portresine bakmak gerekir:

Bir Haritacı Olarak Şair Portesi

“Şair olmasaydım haritacılığı seçerdim,” diyen İlhan Berk, Kült Kitap’ta dolaşmadığı yerlerin haritasını çıkaran ilginç bir haritacıdan bahseder. Akşama kadar görmediği yerlerin çizimini yapan bu ünlü haritacının karısı bıkmıştır bu anlamsız çabadan. “Bir gün yine harita çizerken, bakmış orada çok güzel bir koy görmüş ve kocasına ‘şuraya bir ada kondursana’ demiş. Adam da bütün sorumluluğunu unutup oraya bir ada kondurmuş.” Bu güzel ada, haritacılar tarafından uzun süre aranılmış ama bulunamamış. Bulunamamasıyla bile varoluşa anlam katmaya devam etmiş bu yok-ada. İşte bütün sorumluluğunu unutup dilin ve uzlaşmalara dayalı anlamın sınırlarını zorlayarak bizi alışık olmadığımız bir yere çağıran her yeni şiir bu dil koyunun içine yerleştirilmiş özgür ve gizemli bir adadır. Bizi sadece açlık ve korkuyla denetleyen bu evrensel yaşama kültürünün ötesinde bir ada. O adanın var olup olmamasının gerçekte hiçbir kıymeti yoktur. Önemli olan huzursuzluk içinde arama isteğini, merakını ve evden çıkma arzusunu uyandırmasıdır. Poetik düşünce standart düşünceyi değil düşüncedeki yarıkların arasından görünen bu adlandırılmamış adacıkları takip eder. Standart düşünce mantığa, dizgeye ve talimatlar veren tek taraflı, diyalojiden yoksun bu semantiğe aittir. İnsanın kendisini ifade edebileceği özgül adacıkları haritasında göstermez. Hayatiyeti olan “jest, çığlık, soluk, ışık, ses” gibi ögeleri dışlayarak dili dirimsel kapasitesinden soyutlar.

İki tür dil vardır, şiir dili ve iletişim/haberleşme dili. Biri yalanı da içerir, diğeri sadece doğruyu. Ama bu doğru büyük sermayenin ve kurumların semantiği ele geçirerek kurguladığı ve eğitimle içselleştirdiği basmakalıp bir doğrudur. Ötelenmiş anlamları sözlüğe dâhil ettiği için yalanmış gibi duran şiirin dili ise bu doğrulara şüphe gölgesi düşürerek durumu sorgulamaya çağırır. Mevcut haliyle ümit ve iyimserlik yerine hastalık ve kötülük üreten bu iletişim diline karşı semantik olarak müdahale etme ameliyesine şiir deriz.[1] Yaşamı, itirazları ve politik tutumu nedeniyle bir başka “Çirkin” şair olan Blake bu yüzden “Arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir,” demişti.

Khlebnikov’un akıl ötesi dili (zaum/beyonsense), tekno-entelektüellerin aksine kazaları, kaybolmayı ve başarısızlığı da içeren bu adacıklardan birisi olarak dil dediğimiz anlaşılmaz haritaya kondurulmuş adalardan birisidir. Ses değişince anlam, anlam değişince evrenin yapısı değişecekti şaire göre. Bir ses kayması ile “kılıç” kelimesinin “söz”e dönüşmesi  [(S)word] dilin doğayı değiştirecek kadar güçlü olduğuna ve dilde yepyeni adalar keşfedilebileceğine dair baş döndürücü düşünceleri tetikliyordu, “Hâlâ anlamadınız, benim sözlerim bir mağarada uluyan tanrıdır,” diyen şairin zihninde. Bakü bozkırlarında sırtında uzunca bir derviş hırkası, elinde çoraba benzer torbada ekmek kırıntıları ve sahip olduğu tek eşya olan defteriyle dolaşan, kim olduğunu soran üniversite öğrencilerine “Ben Marx’ın karesi, Muhammed’in varisiyim” diye cevap veren Khlebnikov, sanki Berk’in bahsettiği ünlü haritacının öylesine kondurduğu adacığı arıyordu dil haritasında. Sonradan anlaşıldı ki o hayali bir noktayı değil sadece –dil öncesinde kalmış- unutulmuş bir adayı arıyordu. Diğer cins şairler gibi onun ‘şair ben’i, poetik öznesi kâğıtların ötesinde, metnin ve haritanın dışında, toprağın değil zamanın yasalarına kodlanmış bir yerlerde idi; “zamanın zavallı üniversitelerinden yayılan o bayıltıcı kokusundan” çok uzakta bir yerlerde. Bu yüzden Bakü’den gönderdiği mektuplarda ses topografyasına, beden ritmine, göklerin gizemine, ölümü ve yaşamı eşitleyen denkleme dair “keşiflerinden” bahseder hep: “Geçtiğimiz günlerde onunla [yazgının ejderhasıyla] savaşmak için bir mızrak dövdüm: Geleceği öngörme yeteneği. Yıldızlar için denklemlere, sesler için denklemlere, düşünceler için denklemlere, doğum ve ölüm denklemlerine sahibim. Yeni bir kıtaya, Zaman’a hükmeden bir yere ilk ayak basan benim.” Bu yüzden olsa gerek Mayakovski şairin ölümünün ardından yazdığı şiirde onu “yeni poetik kıtaların Kristof Kolomb’una” benzetmişti. [2]

Bazen yaygaracı, bazen bozguncu, kimi zaman lehimci, niteliksiz adam, boşluk tamircisi ya da makasçı kılığında dolaşan şair neden bu kez haritacı olmayı seçmiştir? Çünkü insan çoğu zaman olmadığı yerlerde ve olmak istemediği kişidir. Haritacı-şair ise insanın onurlu bir mevcudiyet olarak kendisi kalabileceği yerlerin koordinatlarını arar.

Buzdokuz 21, Ocak-Şubat-Mart 2024.


[1] Dada’dan başlayarak sınır/kural ihlali üzerinden bu semantik müdahalenin yapılabileceği avangard düşüncesinin aksine sınırlar/kurallar berkitilerek de bu semantik müdahale yapılabilinir.

[2] Bir de tabii bilinmeyen adalardan farklı olarak bilinen ama unutulan adaları yeniden keşfederek bağımsızlığına kavuşturan haritacılar var. Âşık Paşazade’den itibaren Türk şiirinin Türkçeyle ilişkisi avangard/ transavangard bağlamında yeniden tartışılması gereken bir konudur.