Görsel Şiir: Theodoros Chiotis, Glitcho.
Atakan Yavuz
“Köle belki de efendisi tarafından en başarılı bir şekilde dilin içinde mahkûm edildi. Ve en etkin isyan biçimi de dilin hatalı kullanımıydı.” Kamau Brathwaite
ŞAİR İÇİN BÜTÜN DİLLER YABANCIDIR. Buna şairin anadilini de ekleyebiliriz. Standart dil susmak için verilmiştir insana. Oysa biz konuştuğumuzu sanırız. Konuşuruz da elbet. Ama tecrübelerimize dayanmayan, kuralları keyfî olarak ve bizim yokluğumuzda konulan bir dilin içinde konuştukça uzaklaşırız kendimizden. Standart gramer hayatın şiddetini örtmek üzere klişeler üretir. Haksızlıkları meşrulaştırmak için şaire değil kurumlara ihtiyaç duyar. Şair zaten bozulmuş, yoldan çıkmış, klişe olmuş dili rayına oturtmak için makasçılık yapar; kurumsal dili rayından çıkararak ana dile doğru kırar.
Gramer, hayatın –asıl duymamız gereken- müziğini, ritmini bizden gizler. Ürettiği şiddeti perdeler. Şiir işte bu şiddeti ortaya koymak için grameri bozar. O çünkü insanı küçülten haksız bir gramerdir. Gerçekliği göstermez; örter. Kekeleyerek söz aldığını sandığımız şair bu gerçeğin yüküyle can havliyle konuşur aslında. Yabancısı olduğu dile boyun eğmeden kendi dilini, onu bulunca da benzerini arar. Gregor Samsa’nın “cırıltısını” bastırmak için kız kardeşinin çaldığı keman gündelik dilse, kayıtsızlığın acısını duyarken Samsa’nın attığı çığlık da şiirdir. Bu, acıdan çok standart dilin kavrayışsızlığı ve kayıtsızlığı karşısında atılan bir çığlıktır. Çünkü acı karşısında verilecek tepki gündelik dilin müziğine tempo tutmak değil çığlık atmaktır. Sanat piyasalarının yekpare dili, salonların mûnis müziği, ana akımın evcil söylemi şair için bu yüzden yabancıdır. Yabancıdır çünkü haklı bir acıyı, yapay bir güzellikle değiştirmeyi teklif eder. Müzik haklı bir acıyı örttüğünde sanatın değil zulmün bir parçasıdır. “Acı dolu bir cırlama”nın bir keman sesinden daha sanatlı olması şiirin adaletinin gereğidir.[1] O cırlama kulağa anlaşılmaz gelir çünkü tek bir kelimeyi değil bütün bir sözlüğü ve ötesini kapsar. Cırlamayı karşılamayan her sözlük yabancı ve gayri adildir; içine girip kullanılmayı değil dışına çıkıp yeni ve taze bir mantıkla öç alınmayı gerektirir. Çünkü dilbilgisine uygun ama hayata aykırıdır. İnsanı ancak bir yabancı dilin yapacağı kadar geçmişsiz, geleceksiz, mülksüz, sahipsiz ve sıradan bir hale getiren bir dil elbette yabancıdır. Şair bu yabancı dile karşı kendi dilini kuracaktır. Bizi borçlu çıkaran, mutsuz kılan, suçlu hissettiren genel dil o yabancı sözlüğün içinden neşet etmiştir. Bu yanıyla şiir ana dilin bir parçası değil ta kendisidir. İnsan şiirin içine doğar, sonra eğitim, hiyerarşi vb. tekniklerle uzaklaşır bundan; yabancı ve kurumsal bir gramere çekilir; konuşarak susmak üzere.
İki tür dil vardır: Sahip olmak için edindiğimiz standart dil (langue) ve var olmak (exist) için aradığımız kendi dilimiz (parole/söz).[2] “Langue” daha çok toplumun istediği yere çağırır bizi. Bu dille iş bulabiliriz ama kendimizi bulamayız. Bu dille sevebilir ama aşık olamayız. Konuşuruz ama hakikati dile getiremeyiz. Hakikat normun ve standardın dışına, dışarı çıktığı oranda açar kendini insana. (Heidegger dışarı çıkmakla (exit) var olmak (exist) arasında kökensel bir bağ kurar.) Dilden dışarı çıkmak var olmaktır.
TAAMMÜDEN ŞİİR. Bir şiiri köleliklerin en çetrefellisi olan dilin içinden doğru, bilinçli bir hata ile dışarı atılma hamlesi olarak da okuyabiliriz. Doğru kullanıldıkça bizi efendinin huzuruna götüren bir yapısı var dilin. Uyumlu oldukça katılaşan bir yanı. Bu yüzden efendiye götüren yoldan bir sapma hamlesi olarak şiirin esinlediği bir duyarlığa, doğaçlamaya başvurur insan. Bunun illa ki şiir olmasına gerek yok. Trier’in Melancholia filminde gelin ve damatın yola sıkışan ve bir yere gitmeyeceği anlaşılan hantal aracı oracıkta bırakıp patikalara açılması da Justine’in üç-beş daldan yaptığı “büyülü mağara” da şiirdir aslında.
Meslekten makasçı olan şair bilincimizi askıya alarak alet gibi kullandığımız dili rayından çıkararak dünyayı anadilimizde taze bir bakışla görebileceğimiz güzergâha yönlendirir bizi, anayoldan patikalara. İşte o makas kırdığı andaki sarsıntı şiirdir. İnsan kendi diline (parole) sarsıntıyla girer. Dante bir makasçıdır; Yunus da öyle. Kendi lehçelerine (dialect) çevirmişlerdir rayları. Gülşehrî, Konya merkezli Fârisî dili (langue) Kırşehir’e, Türkçeye (parole) doğru kırarken makasçıdır. Moğol’a karşı ulusal bilinç böyle mümkün olmuştur. Konya surlarına -kriz anında kökenle olan bağı hatırlatmayan- Şahname beyitleri hakkedilmiştir çünkü. “Söz ırmağını”saraydan sokağa çeviren Nedim, uzak ve emperyal bir kraliyetin kapalı dilinden çayırların serazat diline yönelen Walt Withman makasçıdır. Ancak Whitman’ın teklif ettiği beyaz Amerika’nın dilini azınlıklara, kayırılmamışların tarafına; Harlem yönüne kıran Langston Hughes da öyledir. “Amerika’yı dinliyorum,” diyen Whitman’a “Ben de Amerika’yım; beni neden duymuyorsun?” diye sormuştur şiiriyle[3]. Tarlalara, mutfaklara gönderilenlerin fısıltılarına doğru kırmıştır makası. Namık Kemal hayalî ve lirik olan Arabî vatan (ﻭﻃﻦ) kelimesine bir elif edâsı getirmiştir. Böylece Türkçenin kapıları daha geniş açılmış, sınırları belirginleşmiştir. Mallarmé somuttan soyuta, Garip resmî dilden ve şâirâneden sivil dile (dialect) çevirir rayları. İkinci Yeni ise sivil dilden (lisan, langue, dialect) bireysel dile (kelâm, parole; ideolect.) Yön kolektif dilden özneye ve sokağa doğrudur hep. Bu geçişler öncelikle makasçı olan şairle yapılır. Standart dil ve hayat onun peşinden gelir. Şiir bir üst dil, nesne dili değil dilin ta kendisidir.Bir şahsî dili (parole) öğrenmenin yolu şiirden geçer. Tecrübeye dayanmayan diğer bütün diller (langue) yabancıdır. Uzağa gitmeyelim, burada kalalım, emir ve talimatlara uyalım diye verilmiştir. Şiirle irtibata geçmemiş insanın, hep dilde (lisan, langue), kabukta kalacağı âşikârdır. Kabuğun altında, bize şahsiyetimizi ve özgün bir hayatı verecek olan öze şiirle inilir. O zaman, silinmez iz anlamına gelen “karakterin” kararsız bir şekilde okyanusta (langue) salınmayı bırakıp, iz bırakacağımız bir zemine, karaya çıkarak inşa edildiği de tecrübe edilir. Karakter sahibi olununca dostlarının ve düşmanlarının olacağını, meselâ kapitalizmin neden karakterli ve sessiz insanları sevmediği de anlaşılacaktır. (“İdeal müşteri karakteri olmayan bir insandır.”)[4] Şiir ise karakter arayışıdır. Sadece ürünlerin değil, duyguların, mekânların ve insanların gelişigüzel tüketildiği bir dünya düşman bir dünyadır onun için. Kültür endüstrisinin klişe olarak ürettiği, üretirken şiddetini gizlediği güzelliğin yerine titrek de olsa kendi sesini, kavruk da olsa kendi yüzünü, kekeme de olsa kendi dilini … koymakla mükelleftir artık karakter sahibi insan. Şiir çünkü onu özgürleştirirken bu klişe güzelliğe boyun eğmemek gibi bir vecîbe de yüklemiştir artık. “Nasıl söyleriz söylenmesi gerekeni/ Sadece şiirle” demişti W. C. Williams. Bu vecîbe işte söylenmesi uygun olanı değil söylenmesi gerekeni gösterir. Lisan (langue) tarafından yerinden edilen insan kelâm (parole) ile kendi güzel benliğinin adresini aramadığında sadece kültür endüstrisine değil zorbalara da boyun eğmiş olur. Ne diyordu Aristo?“Metafor kurmayı bilmek en önemlisidir. Başkasından ödünç alınamayacak tek şey odur çünkü.” Şiir bize başkasından ödünç alınmaması gereken tek şeyi verir: Karakter, yani insanın hayatıyla kurduğu o metafor. Az şey mi?
Buzdokuz 6, Temmuz-Ağustos 2021.
[1] Samsa’nın “cırlaması” ile kız kardeşin keman çalması arasındaki eş zamanlılığın analizi için bkz. GillesDeleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk Yay. “Bartleby Ya Da Formül” bölümü. Çev. İnci Uysal
[2]Langue, parole ayrımı için bkz. Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, Multilingual Yay. Çev. B. Vardar
[3]Whitman’ın’ Amerika’nın Şarkısını Duyuyorum’ ( I hearAmericaSinginig) şarkısına ‘Ben de’ (I, too) şiiriyle cevap vermiştir Hughes.
[4] Karakter, dost-düşman dikotomisi ve tüketim toplumuyla ilişkisi için bkz. Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak, İnsan Yay. 2019, s. 49-53 ve Carl Schmith, Partizan Teorisi, Kara ve Deniz.